https://abcspor.com/wp-content/uploads/2020/11/ataturk.jpg

91-56… (FIBA U-19 YARI FİNALİ)

Okunması Gerekenler

efe91-56…

 

 

Nasıl oldu böyle bir şey? Cevapları çok basit, anlatması da çok kolay. Böyle anlarda, en çok sevdiğim şeyi, yani iyi ve güzel yanlarımızı anlatmayı bırakıp, ikinci en çok sevdiğim şeyi, yani hataları ve eksiklikleri irdelemek düşüyor başa. Eh, başlayalım bakalım. Denklemin işlemleri kabaca şöyle:

 

1) Biz bu rakibi geçen sene U-18 şampiyonasında, hem de tam kadro gelmişlerken yenmeyi başarmıştık. Tüm gözler onların üzerindeydi, biz büyük bir sürpriz yapmıştık ve oyunun her iki yanında da onlara baskın çıkmayı başarmıştırk. Furkan’ın ve Ege’nin katkısını beklemiyorlardı, hazırlıksız yakalamıştık.

 

2) Bu sene karşımıza çıkarken, kadroda 3 önemli eksikleri vardı. NBA için gün sayan süper atlet Dragan Bender (basketboldaki kapitalizmin en saçma ve iğrenç yüzü sebebiyle) yoktu; geçen senenin flaş isimlerinden Lovro Mazalin ve Ante Zizic de sakatlıktan muzdariplerdi. Takımı çekip çevirme adına geriye bir tek, (Bender’den çok daha tehlikeli olduğunu iki yıldır bas bas bağırmakta sakınca görmediğim) Marko Arapovic kalıyordu.

 

3) Filipovic (Efsanevi İtalyan “Atom Karınca” Gianmarco Pozzecco’nun ruhunu devralmışçasına) fena halde agresif ve oyun içinde moralman dengesiz bir isimdi. Çabuk dağılmasını sağlarsak avantajlarımız kabarırdı.

 

4) Biz tam takım gelmiştik, fakat çeyrek final maçının ikinci yarısına kadar, geçen seneki parıltımızdan yoksunduk. Çünkü savunmada da hücumda da tam bir “takım” değildik ve oyucularımız sanki hiçbir şey bilmiyormuşçasına, her pozisyonda kenardan avazı çıktığı kadar bağırıp adım adım taktik veren bir koçumuz vardı (belki de bu iki durum birbiriyle yakından alakalıdır).

 

Bunlar, maçtan önce bildiklerimizdi. Yani, elimizdeki veriler, bizim hem avantajlarımızı hem de dezavantajlarımızı ortaya koyar cinstendi. Bu açılardan bakarsak, maçın her iki takım lehine de 5-10 sayı fark aralığında geçeceğini hesap edebilirdik…

 

Fakat elimizde, bana kalırsa, hiç de hesaba katmaya niyetlenmediğimiz çok kıymetli üç bilgi daha vardı. Neler miydi onlar?

 

_5YGc9t0Ek2wUvRhSormiw5) 12-16, 16-18 ve 18-20 yaş aralıklarındaki fiziksel gelişim, oyuncuların oyunlarında ve performanslarında destansı farklar yaratır. Öyle ki, 18 yaşındaki bir Arapovic’in cılız kolları ile, bugün 20 yaşına basmaya yaklaşan ve son periyotta sakatlanan arkadaşını, bacaklarını hiç kırmaksızın eğilip tek hamlede kollarına alan ve kenara taşıyan Arapovic’in güç abidesi kolları arasındaki acımasız fark, bize çok şeyi anlatmaktadır. Bir oyuncu 12 yaşından 16 yaşına kadar ilk vücut gelişimini, 16’dan 18’e kadar da temel fizik gelişimini yaşar, tamamlar. 18’den 20’ye kadarki o kritik süreçte ise, ileri düzey fizik-kondisyon katkısı almaya “müsait”, ve günümüz basketbolunda da, “muhtaç” hale gelir. Bu saydığımız son katkıdan bizim takımımızda hakkını verircesine nasiplenen tek bir oyuncu vardı: Okben Ulubay. Hırvat kadrosunun ise tamama yakını, o beklenen eşiği atlatıp, A takım seviyesindeki profesyonel basketbola fiziken hazır hale gelmişti bu turnuva başlarken. Üstelik hem kas kütlesi ekleyerek, hem de atletizmlerini pekiştirerek (ya da en azından atletizmlerini köreltmeyerek) başarmışlardı bunu.

 

6) Fiziksel gelişime değindik; fakat ortada en az beden terbiyesi kadar hayati iki yön daha var: “Tecrübe” ve “Teknik Gelişim”. Bu iki gelişim dalı, birbirine beden terbiyesinden biraz daha yakın, o yüzden birlikte ele alalım bunları. Teknik gelişim nedir? Genç oyuncuların da, onları çalıştıran koçların da en büyük karın ağrısıdır. Yani, oyuncuların o vakte kadarki iyi yanlarını, güçlü yönlerini parlatmayı ikinci plana atıp, oyunlarına çeşitlilik katmayı, eksiklerini gidermeyi ve onları komple birer basketbolcu haline getirme misyonu, uğraşıdır. Bizim ülkemizde bu vizyon, yok denecek kadar azdır. Biz, hep iyi yaptıklarımızın ve kolay başardıklarımızın üzerine düşeriz ve onları yüceltmeye uğraşırız. Bu yüzden de genç nesillerimiz çoğunlukla tek yönlü olarak kalıverirler profesyonel kariyerlerinde. Avrupa’ya veya NBA’e açılamamaları, veya kendilerini geliştirip yıldız oyuncu olamamaları hep bundandır. Murat Evliyaoğlu ve Kemal Tunçeri’den tutun da, Barış Ermiş, Barış Hersek, Asım Pars, Cenk Akyol, Erdem Türetken, Tutku Açık (ve korkarım ki yakında, Enes Kanter) gibi isimlere varana dek pek çok misalini gördük bugüne dek bu bakış açısının. Ne olmalarını bekliyorduk, ne oldular? Bizim bu kadromuzdaki oyunculara bakacak olursak, hangisinin geçen yıla nazaran farklı bir alanda kendini kayda değer ölçüde geliştirdiğini iddia edebiliriz ki? Peki ya Hırvatlar? Yani Arapovic’in savunması, Bender’in pas yeteneği, Slavica’nın hızı, Filipovic’in penetreleri hep eksiği tamamlamaya yönelik gelişimler olmuş…

 

Tecrübeye gelince… Bu konunun derinine bir başka yazıda inip hakkını vermek icap eder. Ama bir özet geçecek olursak; bizim bu kadrodaki gençlerimizden Furkan Korkmaz dışında hiçbir isim, kendi kulüp takımında DÜZENLİ OLARAK süre ve sorumluluk bulamadı. Acaba sebebi onların azimsizliği mi, yoksa senelerdir tutturduğumuz “Yabancı Sevdası” türküsünün bu sene ayyuka çıkışı mı? Düşünsek ya bir; artık tecrübe ve form için ikinci lige gönderilen oyuncular bile oradaki yabancı oyuncuların insafından paylarına düşenlerle oynayabiliyorlar. Umutları yok, umut yoksa azim ve güdülenme de kadük kalır. Bizim oyuncularımız ise bırakın alıştıkları rollerde oynatılmayı, HİÇ oynatılmadılar. Ne rolünden, ne sorumluluğundan bahsedebiliriz ki? Ayberk Olmaz’ın yaşadığı vahim sorun da aynen bu kategoriye giriyor. Egemen, Tolga, Ege ve (ligin sonlarına doğru) Yiğit gibi isimler, gerek rotasyon, gerek koç tercihi gerekse de sakatlık sebebiyle nadiren süre buldular; fakat Kadir, Doğuş, (tek bir Zalgris maçı hariç) Okben, (eğitim hayatı sebebiyle) Berk, Oğulcan ve Mehmet, bu fevkalade kıymetli yıllarını BOŞA geçirdiler. Ve hiçbirisi, Enes gibi 2 yılını boşa harcayıp yine de NBA standardında kalabilecek türde müstesna isimler değillerken oldu bu. YAHU; bu çocukların, gelecek ve ümit vaadetmesi için, daha ne yapması lazım? Neyi, hangi şampiyonluğu kazanmaları gerek?

 

Hırvatistan’da hangi isim ne yapmıştı bu sene peki kendi kulübünde? Arapovic, Cedevita Zagreb’le ABA Ligi’nde 35 maçta ve ortalama 9 dakika süre buldu, 3.6 sayı 2.1 ribaunt ortalaması yakaldı; sakatlık sebebiyle turnuvayı kapatan Zizic, Cibona ile ABA Ligi’nde 25 maçta ortalama 15.5 dakika süre alıp, 7.4 sayı 3.3 ribaunt ortalaması tutturdu; turnuvaya gelemeyen Mazalin yine Cedevita ile 14 maçta ortalama 6.1 dakika süre alıp, 2 sayı 0.5 asist ortalaması yakaladı; Bender Maccabi’ye sadece tecrübe ve gelişim için transfer olmuştu zaten; bugün canımıza okuyan Slavica Cibona ile 7 maçta ortalama 12 dakika süre bulup, 2 sayı 1.7 ribaunt üretti; Zubac, Gorica ve Cibona ile maç başına 15 dakikaya yakın süre aldı, 8 sayı 4 ribaunt ortalamaları tutturdu; Filipovic KK Split’te 27 maçta ortalama 26 dakika oynayıp, 9 sayı 2 ribaunt 2 asistlik ortalamalar tutturdu; Bozic ise KK Zagreb ile 33 maçta ortalama 32 dakika oynayıp 13,5 sayı 5 ribaunt 2.7 asist gibi rakamlara ulaştı. Bu isimlerin çoğu 2. sınıf takımlarda boy gösteriyor belki, ama yine de oynuyorlar, rolleri belirleniyor, sorumluluk alıyorlar ve tecrübe ediniyorlar. Ki biz böyle bir şeyi, 2. Ligimiz’de, hatta artık 3. Ligimiz’de bile yapamaz hale geldik… Manidar, değil mi? Daha bizim çocuklar oynayacaklar da, akılları başlarına gelecek de, her bakımdan gelişecekler de, rollerini, sorumluluklarını oturtacaklar… Yol çok uzun. Her geçen saniye de, bize çağlar kaybettiriyor. Kenan, Samet, Muhammed, Metin, Cedi ve Kartal yine iyi kurtardılar bu sene kendilerini…

 

7) Çok kısaca söyleyelim: Bizim oyuncularımız “yıldız” gibi oynamaya alıştırılmıyorlar. Bu yüzden biz yıllardır A Milli Takımımız’da rol oyuncularını ve görev adamlarını toplayıp, lidersiz kalıyoruz. Sonra ne oluyor? Liderlik işini Emir, Dixon gibi devşirmelere, veya safi NBA gördükleri için liderlikte de başarılı olacaklarlarını düşündüğümüz, Hidayet, Ersan, Mehmet gibi isimlere bırakıyoruz. İçlerinden biri çuvallayınca, alıyoruz başımıza belayı. Hırvatlar’da Arapovic, Mazalin, Zizic, Slavica ve Bender her daim yıldız oyuncu olmaya oynuyorlar. Ama bu esnada takım kimyasından da hiç ödün vermiyorlar. İmrenelim…

 

Evet, maçtan önce dikkat etmediğimiz üç “minik” etken bunlardı. Tüm denklemi, her türlü işlemi altüst edecek hali yoktu ya bu minik şeylerin; biz yine bildiğimizi okuduk. İlginçtir ki, koçumuz sayın Uğurata da ilk kez bu maçta boğazını patlatmadı. Belki de biz bu yeni dilden anlayamadığımız için oyuna uyum sağlayamadık. Fakat işte asıl o üç minik faktör, çok acı bir hatıra bıraktı bize. Düşünün ki, bir sene evvel azminizle, takım kurgunuzla yendiğiniz rakibiniz, burada tutmuş size 35 sayı fark atıyor. Hani 10 sayıyla kaybetsek, “bu sefer şans onlardan yanaydı”, “bizden daha çok istediler” gibisinden bahaneler üretebilirdik, doğru. Ama 35 sayının izahatı nedir? Bu çocuklar yarın Bronz madalya almayı başarsalar bile, bu madalya, veya dünyada yarı finalist olma başarısı, onların gurur kaynağı olabilecek midir? Yoksa bu 35 sayı her şeyin üstünü kapatan, fiyakamızı fena halde bozan bir fiyasko mudur? Yani biz acaba, bu yaş grubunda dünyanın en büyük 4 takımından birisi olmanın gururunu hakkıyla yaşayabilecek miyiz? Geçen seneki şampiyonluğun mükafatını bu sene gözünü başarı hırsı bürümüş kulüplerinde HİÇ oynatılmayarak alan bu gençler, acaba ilk 4’e kapağı atabildiklerine sevinebilecekler mi? Peki ya biz, bugün her bakımdan ABD’ye kafa tutmayı beceren Yunanistan’a nasıl direneceğiz? Dev Papagiannis, mitralyöz Charalambopoulos, ağır sanayi hamlesi Dorsey gibi isimlere, kimle ve nasıl cevap vereceğiz? Yunanlılar’ın Hırvatlar’dan geri kalır bir yanları yok ki..

 

Önemli değil aslında, nasılsa ilk 4 takım arasına girmeyi başardık ya..

 

Maçın detayına inmek kolay, ama bunca kelamın ardından önemsiz; her iki pota altında da, boyalı alanda da, penetrelerde de, üçlük çizgisinin gerisinde de sadece onlar vardı. Uzunlarının gücüne ve atletizmine ayak uyduramadık. İyi savunma yapabilsek, yaptığımız onlarca sert faulün bir caydırıcılığı olurdu elbet; fakat biz sadece çaresizliğimizden yaptık bir çuval dolusu faulü. Son periyoda dek üç sayının gerisinden 10 küsur denemede sadece 1 isabetimiz vardı; Furkan istikrarlı bir şutör olmadığı için ritmini tutturamaması normal, fakat Oğulcan ve Okben de tekleyince, turnuvadaki bel kemğimiz Tolga takımı sırtlamak için inisiyatif aldı ve işler iyice koptu. Ne Egemen, ne Ege, ne Mehmet ne de atletik Ayberk, Arapovic’in 25 sayı 15 ribaunt 6 asist üretmesine mani olamadı. Filipovic’i kızdırıp oyundan düşüremedik. Hücumda tek pasla, birebir oyunlarla potaya gitmekten başka becerdiğimiz tek şey, isabetsiz paslarla top kaybetmek oldu. Ve her top kaybı da, bize hızlı hücum basketi ve asap bozukluğu olarak geri döndü…

 

Aslında her şey, Hırvatlar’ın bu maçın bitimine 2.30 kala (kimbilir bilmem kaçıncı kez) savunma ribaundundan sonra kalktığı ve bir cambaz edasıyla savunmamızı adeta ipte oynatarak hızlı hücumdan basketi bulduğu pozisyon kadar basit. Biz, her bakımdan, o “eşiği” atlayamamışız bir sene içerisinde. Bir kez daha aynı sıkıntı başımızda. Yine ödüller ve cevherler heba olma tehlikesiyle karşı karşıya. Federasyon bilinçsiz değil, duyarsız, umursamaz, cebini doldurmanın peşinde. Devletin gençlere dair bir amacı yok. Kulüpler sadece kazanmayı düşünüyorlar, dolayısıyla 3/4’ü daha en baştan kaybetmeye ve ülke basketboluna da kaybettirmeye mahkum oluyorlar. Ufukta ne bir kural değişikliği, ne radikal misyonlar, ne de başka türlü bir ışık var… Gençlerimizse, heba olup gidiyorlar. Suçun kimde olduğunu uzaklarda aramaya, falcılara sormaya lüzum var mı?

 

BWbOIVv4DEeBiifdFEGwEwYarına başarılar, ABD’li Brunson’a, Yunanistan ve Hırvatistan’a tebrikler; seneye U-20’de bu jenerasyon ne hale gelmiş olacak, hepimiz göreceğiz…

 

Yazarın diğer yazılarına erişmek için tıklayın

 

mail: efe.ozenc@abcspor.com

twitter: @efe_ozenc

Son Haberler

FUTBOLUN BİTTİĞİ GÜN

Olmaz olsun böyle lig. Olmaz olsun böyle galibiyet. Yeter artık Fenerbahçe'nin bu ülkede maruz kaldığı muamele. Lanet olsun Fenerbahçe'yi senelerdir ırkçılık derecesinde...

Benzer Konular