https://abcspor.com/wp-content/uploads/2020/11/ataturk.jpg

KISSA ve HİSSE

Okunması Gerekenler

KISSA ve HİSSE

1982 Nisan ayında Amerika Dışişleri Bakanı Alex Haig, Downing Street 10 numarada Margaret Thatcher’in karşısına çıkıyor ve Falkland gibi binlerce mil ötede, bir avuç İngiliz’in yaşadığı, ekonomik ve siyasi yönden, kendine göre, hiçbir önemi olmayan bir ada için Arjantin ile savaşa gitmesini küçümser bir tavırda sorgulamaya çalışıyordu. Bunun üzerine iktidarının üçüncü yılındaki Demir Leydi Thatcher çok net bir şekilde “Alex, biz prensiplerimiz ile yaşarız, onlarsız biz yok oluruz; hayatımın her günü beni küçümseyen erkeklere karşı savaşarak geçti, buna tekrar izin vermeyeceğim” diyordu.

Aynı günlerde Thatcher’ın savaş açtığı Arjantin’de Diego Maradona ilk Dünya Kupası’na hazırlanıyordu. 18 yaşındayken kendi ülkesinde düzenlenen 1978 Dünya Kupası’nın Arjantin kadrosuna, beklenmesine rağmen, girememiş ve o turnuvanın krallığını Matador lakaplı Mario Kempes’e bırakmıştı.

1982 yazına gelindiğinde İspanya’da sahne alması tüm futbol dünyası tarafından merakla beklenen Diego, Dünya Kupası galasını Belçika’ya karşı Camp Nou’da ifa ederken temmuz ayı itibarı ile, kaderin cilvesi olsa gerek, o stadın 2 seneliğine kalıcı mukimi haline geliyordu. 1982 Dünya Kupası’nda Arjantin beklentilerin altında kalıyor, ikinci tur grup maçlarında karşılaştıkları Brezilya karşısında kırmızı kart görerek, umut olarak gittiği Avrupa kıtasından varlığı tartışılan bir figür olarak ülkesine dönüyordu.

Akabinde ve detayında geçen 4 yılın ikisi Barcelona’da kalanı da Napoli’de devam ediyordu.
1986 yılında Meksika’da düzenlenen Dünya Kupası’nda Maradona, yine büyük beklentilerle Arjantin’in başında sahneye çıkıyordu. Bu sefer işler dört sene önceki gibi dalgalı değil, daha net ilerliyordu. Dört sene önceki turnuvada dönüm maçında Brezilya karşından anafordan çıkamayan Diego, dört sene sonra çeyrek finalde dört sene önce savaştıkları İngiltere’nin karşına çıkıyordu.

Aslına bakarsanız İngilizler ve Arjantinliler arasında yeşil sahalarda vuku bulan husumetin temeli o günden 20 sene önce Wembley’de oynanan maça dayanıyordu. 1966 Dünya Kupası çeyrek final mücadelesi esnasında Arjantin kaptanı Antonio Rattin’in İngiltere karşısında oyundan ihraç edilmesi, sahayı bir türlü terk etmeyişi ve Latin Amerikalıların sert oyunu İngiltere Milli Takım Menajeri Sir Alf Ramsey’i kızdırıyor; onu maçtan sonra rakibine “Hayvanlar!” dedirtecek raddeye getiriyordu. İşte burada başlayan husumet, zamanla saha dışına taşsa da 1986 yılının haziran ayında Azteca Stadı’nda zirve noktasına ulaşıyordu.
Kimilerine göre 1998 yılında Fransa’daki Dünya Kupası’nda St.Etienne’de Beckham’ın kırmızı kart gördüğü olaylı maç zirve noktası olsa da Azteca’da yaşananlar, kanaatimce, bu işin zirvesiydi.

‘86 Dünya Kupası’nda İngiltere ile Arjantin maçında yaşananlar zaten yaşı yetip futbol ile kıyısından köşesinden ilgilenen hemen herkesin malumudur. O maçta yaşananlar yüzünden İngilizler Diego’yu hiçbir zaman affetmediler. O gün İngiltere’yi yöneten Bobby Robson’dan Gary Lineker’e ve Peter Shilton’a kadar herkes aldatıldıkları konusunda o kadar hemfikirdi ki, Maradona’nın öldüğü gün, ‘86 Dünya Kupası’nda meşhur “Tanrı’nın Eli” golünü yiyen Shilton, o gole atıfta bulunarak Maradona için “O artık Tanrı’nın Ellerinde!” diye bir paylaşım yapacaktı. Bobby Robson da öyle bir İngiliz takımının, her ne kadar dört sene sonra İtalya’da yarı final görmüş olsa da böyle sportmenlik harici bir şekilde elenmeyi hak etmediğini söylüyordu.

Thatcher bu maçtan dört sene önce prensiplerinin öneminden bahsediyor ve taviz vermeyi yaşamamak ile eş tutuyordu. İngiliz takımının mensupları da 1986 yılında dürüstlük gibi prensiplere atıfta bulunuyordu ama bir de madalyonun öbür yüzü vardı. O maçı bir kez daha izlediğinizde hep şunu söylersiniz, eğer o gün VAR olsaydı İngiltere’nin o maçı bırakın 11 kişi, 8 kişi bile bitirmesi mucize olurdu. Defans oyuncusu Terry Fenwick’in Maradona özelindeki müdahalelerini izlerken gözünü kapatasınız gelir. Her ne kadar Shilton, biz o maçta Maradona’ya özel önlem almadık dese de nasıl bir tedbir planlandığı ortadadır. Dürüst müdür değil midir, bu, izleyenin kendi yorumuna girer ama özellikle Sir Alf Ramsey o maçı izlerken kendi vatandaşları için ne düşünmüştür diyesi gelir bazen insanın.

Bu noktada hayat kendi prensipleri ile devreye girmiştir aslında çünkü yukarıda bahsi geçen 1966 Dünya Kupası’nda Sir Alf Ramsey’in İngiliz takımı önce “hayvanlar” diye tabir ettikleri Arjantin’i sonra Portekiz’i geçmiş, finalde ise Almanya’yı çizgiyi geçip geçmediği hala tartışmalı bir golle geçerek ilk ve tek kupasını almıştı. 1986’da olduğu gibi 1966 yılında da teknoloji olsa İngiltere bugün futbolu icat etmiş ama Dünya Kupası kazanamamış bir ülke olarak hayatına devam ediyor olacaktı. Aslına bakarsanız hayat, 1966 yılındaki o golün rövanşını 2006 Dünya Kupası’nda hem de Almanya’da Almanya’ya karşı Lampard’ın gol değeri görmeyen vuruşunda aldı ve bir açıdan herkesi eşitlemiş oldu.

1986 yılındaki maçta ise hayat aslında dürüstlükten bahseden ama rakibine hayvan demekte herhangi bir beis görmemiş, çizgiyi geçmeyen golün sırtında futbol kibrini taşımaya yıllarca devam etmiş koca bir ülkeye dersini veriyordu. Her şeye rağmen, kendisi güçlü bile olsa güçlü gördüğü rakibine karşı kendi gücüne güvenmeyip, tekme tokat prensiplerine(!) bel bağlayan bir zihniyetin sonunun elle atılan bir golle olması kaderin büyük bir cilvesidir.

Kaderin cilve yaparken İngiltere’ye karşı baş rol oynaması için seçtiği adam olan Diego Maradona ise “Mükemmel olmayanların en mükemmeli” olarak bu rolün hakkını hem iyi vermiş hem de benzer son ile kariyerine nokta koymuştur.

Maradona’nın hayatı gettoda başlayan bir hayat, tüm aileye bakmakla sorumlu bir gençken tüm ülkenin umudu olan bir yıldızlığa eviriliş ve bunların getirip götürdükleri diye özetlenebilir ya da Asıf Kapadia’nın Diego Maradona adlı filminde çok güzel anlattığı gibi Maradona yaşasın ve kendisine umut bağlayan insanları sevindirmeye devam etsin diye “Diego”luktan vaz geçen bir yıldız ve sonu pek de iyi bitmeyen bir kariyer diye de anlatılabilir.

İspanya’daki macerasında Barcelona’da aradığını bulamayan, İtalya’nın yolunu tutup Napoli’nin umudu olan Diego aslında her iki seçiminde de belki bilerek belki de gayri ihtiyari, gittiği ülkenin “non-grata” coğrafyalarında kendini konumlandırmıştı. Bu da aslında kendisinin ileride futbol dünyasının tam bir protagonisti olamamasına da etki edecek kişiliğinin bir sonucuydu.

Latin futbol kültürünün temelini oluşturan getto ruhu ve başkaldırının birlikte vücut bulduğu Diego, bu özelliği ile kuzeyin sanayi ve siyasi güç ile yoğrulmuş devlerine karşı İtalya’nın Afrikası muamelesi yapılan Napoli’ye öyle başarılar getirdi ki, onun ikonize edilmesi kadar doğal bir sonuç yoktu.

Berlusconi’nin yeni satın aldığı Milan, Fiat’a ait güç timsali Juventus gibi hem yerel ligi hem kıta futbolunu yönlendiren takımlara karşı geri plana atılmış Napoli ile elde edilen başarıları zaten tarih sayfaları en epik şekilde yazıyor. Meksika’da “prensiplileri” alt eden Diego’nun bu başarılara giderken özellikle saha dışında suç örgütleri ile kurduğu ilişkiler, verdiği tavizler ve nihayetinde 1990 yılına gelindiğinde Napoli’deki Dünya Kupası Yarı Finali öncesi İtalya’ya karşı biraz da siyasete girerek takındığı tavır ise onun sonunu getiren prensipsizlikler oldu diyebiliriz. Diego olarak değil de Maradonalığını kullanarak yaptığı hamleler aslında kendi sonunu yaklaştırdı.

İtalya-Arjantin yarı finali öncesinden Napoli halkına hitaben “Ya İtalya ya ben” mealine gelen söylemini İtalyan devlet yapısının affetmesi, hele bir de favori oldukları bir turnuvada kendilerini eleyen son penaltıyı Maradona’nın atması da üzerine eklenince, pek de mümkün olmayacaktı. Yıllardır saklanan idrar şişeleri ve vergi kayıtları bir gecede ortaya çıkacak ve önlemez düşüş başlayacaktı.

Bu hikâye, prensip=hayat diyen bir mentalite ile prensip=hayal diyen zihniyetin aynı zamanlarda kesişmesi gibi de düşünülebilir aslında. Sadece bir harf fark (t ve l) ile farklı kulvarlarda koşulsa bile aslında hayat her ikisini de fena halde öğütür.
Prensipleri ile öğünen İngilizlerin geçmişe bakıp tersini görmekten imtina etmeleri, insanların umudu olmak için belki de kendi hayatını (hayalini) çöpe atan bir yıldızın pragmatizm içinde kaybolması bizlere hayatta tek doğru olmadığı gerçeğini bir kez daha öğretiyor.

Diego, Meksika’da kuşandığı Falkland’ın intikamını alan epik figür kostümünün üzerine bir de Piyemonte ve Lombardia hükümranlığına savaş açan ve kazanan süper kahraman kılıcını takınca Yarı Final maçı öncesi o çıkışı yaptı ve altında kaldı.

Bütün bunlar Akdeniz’de yaşanırken kuzeyde Demir Leydi Thatcher, UEFA’ya haber gönderip kendi takımlarına verilen Heysel cezası bitse bile kendisinin de ekstradan ceza verdiğini söyleyerek İngiliz kulüplerini 1991’e kadar Avrupa turnuvalarından çekiyor ve prensiplerine olan bağlılığında ettiği inat sebebi ile aynı Maradona gibi kendini oraya getirenler tarafından 1989 yılından koltuğundan indiriliyordu.

Tüm bu olaylarda da bir kez daha kanıtlandığı gibi en yenilmez olduğunuzu hissettiğiniz anlar aslında zafiyete en yakın olduğunuz anlar olarak kayıtlara geçiyor. Belki de sizi zirveye taşıyan hasletlerinize en uzak olduğunuz an o an oluyor. Yükseldikçe alçalmak ve hasletlerle iç içe kalmak zor ama olması gereken bir diğer haslet olarak karşımızda duruyor.
İnsanların ömürleri boyunca gurur duyacağı anıları yaşatan süper kahraman bile olsan rotadan sapınca sana antagonist muamelesi yapılıyor ve filmin kötü adamı olup öldürülüyorsun.

1980’lerde hayatımızın ucundan ya da tam ortasından geçmiş iki önemli figürü bu vesile ile anıyor; verdikleri kararlar ile neden oldukları kıssaların yeni nesli hisselendirmiş olması umudu ile herkese sıhhat, akıl, huzur ve spor dolu bir yıl diliyorum.

Yazarın diğer yazıları için tıklayın

mail: osman.cetin@abcspor.com

twitter: @msdoc78

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Son Haberler

FENERBAHÇE GİBİ

Önce kızlarımızı kutlamak istiyorum. 2 sene üstüste Euroleague şampiyonluğunu kazanan kadın basketçilerimize ve böylesine yetenekli ve karakterli oyunculardan oluşan...

Benzer Konular