https://abcspor.com/wp-content/uploads/2020/11/ataturk.jpg

LUKA DONCIC: EVLAT DEĞİL, DEVLET…

Okunması Gerekenler

Dün akşam, Slovenya, tarihindeki ilk EuroBasket madalyasına hak kazandı. Üstelik, İspanya gibi, basketbolun ve bu turnuvanın son 20 yılına açık ara damga vurmuş bir rakibini 20 sayı farkla yenerek. Madalyanın altın mı yoksa gümüş mü olacağından ziyade, bir ülkeye, erkekler A Milli düzeyindeki ilk madalyasını getiriyor olmak, tarih yazmak, bugünkü asıl konumuz. Asıl konuğumuz ise, bu başarıya ön ayak olmakla kalmayıp, bir de sahaya ağırlığını koyan, triple-double’ların kıyısından dönen, gencecik bir yıldız: Luka Doncic…

Düne kadar “evlat” olacak yaştaydı hepimiz için Doncic. Henüz 18’indeki bu yeniyetme, herkes için bir şeylerin “adayı” idi sadece. Tüm yaşıtları gibi, buralarda önce pişecek, sonra da, takım arkadaşı Dragic gibi, eksiklerinin, yanlışlarının üzerine gidip, 20’lerinin sonunda veya 30’lu yaşlarının başında elde edecekti tüm büyük zaferlerini. Fakat, resim hiç de bu şekilde renklenmedi…

2017 EuroBasket, birçok NBA yıldızından mahrum halde oynanıyor olabilir. Ama, eldeki malzeme de fena sayılmaz. Dahası, Markkanen, Hernangomez biraderler, Cedi, Furkan, Kenan, Radoncic, Pustovyi, Porzingis, Bender gibi nice gencecik fidan da bu “mahrumiyet” sayesinde burada filizlenme imkanı buldu. Bunlar içerisinden Cedi, Hernangomez kardeşler, Porzingis ve elbette Doncic, buraya belli düzeyde rüştlerini ispatlayarak gelmişti; kimisi NBA’de oynamış, diğerleri de Avrupa’nın en tepelerinde boy göstermiş ve Doncic hariç hepsi, sezonu kabuslardan ırak noktalamıştı.

Doncic ise, Euroleague finalinde tam manası ile Fenerbahçe trenine toslamış ve mental olarak çökmüştü. Ama bir vakitler Bodiroga’nın yaptığı gibi, bu çöküntüden yükselmeyi başaracağı vakit, büyüyüp en büyük olabilecekti. Belki zamanı vardı daha bu evrimin, fakat o, “beklemiş çaya kurt düşer” misali, evvel davrandı, taze kaldı, ve ülkesinin kaderini değiştirdi…

İspanyol vatandaşlığını da barındırmasına karşın Doncic’in formasını giymeyi seçtiği milli takım, 1992’de Yugoslavya’nın dağılmasına dek, milli takımlarda çoğunlukla sadece Jure Zdovc ile temsil olunan Slovenya oldu. Slovenler, yetenek havuzlarını bir “takım” haline getiremedikleri için, ana yemekten ziyade, yemeğe tat katan sos kıvamında kalmışlardı. Nasıl bir karnesi mi vardı Slovenlerin? Hafifçe bir göz atalım:

1993’te, tarihin en yenilikçi ve parapsikolojik EuroBasket’inde, dağılan nice Sovyet ve Yugoslav ülkesi gibi, ilk kez bir milli turnuvada kendi başına boy gösterecek olan Slovenya da elemeleri geçmiş ve 8’den 16’ya çıkan takım kontenjanı içinde kendine yer bulmuştu. Süper skorer uzun Teoman Alibegovic ve yenilmez armada kıvamındaki son Yugoslav takımlarının benchteki yıldızı Jure Zdovc’un önderliğinde, kimi bulsa getirmişti oraya Slovenler. 17’lik Tusek’ten tutun da, Horvat, Daneu, Gorenc, Kraljevic, Kotnik ve Durisic gibi orta karar oyunculardan kurulu bu toplama takımın ülke tarihine katkısı, ilk EuroBasket’lerinde Kuusmaa’lı, Pehka’lı, Kullamae’li, Kandimaa’lı, Metstak’lı Estonya’ya karşı alınan 80-63’lük ilk galibiyetten öteye gidememişti. Yeni Yugoslavlar Birleşmiş Milletler’den sportif ambargo yemişken, aynı heyecanı yaşayan Bosna-Hersek Sabahaddin Bilalovic liderliğinde ilk 8’e girmeyi (ki bugüne dek bunun ötesine geçemediler), Drazen Petrovic’in vefat haberiyle gelen süper Hırvatlar ise bronz madalayaya kadar gitmeyi başarmıştı oysa…

Tarihin en skandal dolu EuroBasket finaline ev sahipliği yapan 1995’te, geleceğin NBA’li süper atleti, ülkemizde Fenerbahçe forması giyeceği vakit yakından da tanıyacağımız Marko Milic‘in ekibe katılması hariç, yeni bir görünümü olmamıştı Slovenler’in. 1993’teki 4’erli 4 grup formatı yerine 7’şerli 2 grup sistemini benimseyen 1995, Slovenler’i ölüm grubuna atmıştı ve onlar da Orhun-Harun-Levent-Mirsat-İbrahim-Tamer eksenindeki Türkiye ile, (Markkanen’in babası Pekka Markkanen‘in de oynadığı) Kuisma’lı, genç Mottola’lı Finlandiya’yı yenip, İspanya, Rusya ve Hırvatistan gibi devlerle kafa kafaya oynamanın tesellisi ile, yine ilk safhalarda elenmişlerdi… Yeni bir yapılanma vardı, ve süreye muhtaçtı elbette…

1997, yine 4’erli 4 grup formatına dönerken, Slovenler bu kez Fransa, Litvanya ve (ucu ucuna) Steinhauer, Kattash ve Henefeld’li İsrail’e kaybedip, sıfır çekerek hayallere veda etmişlerdi. Yaşlanan Alibegovic ve Zdovc’tan bayrağı devralacak iki yeni genç kalmıştı istikbal umudu niyetine ellerinde: ligimizde PTT forması ile göreceğimiz “kemikkıran” Goran Jagodnik ve ileride NBA’de şampiyonluk kazanacak olan, 95’te bile takımın skorerliğini devralan dev Radoslav Nesterovic

Bizdeki yeri hep ayrı olan, “motion offense”li 1999 EuroBasket, Erman Kunter koçluğundaki Geleceğin Türkiyesi’nin yanı sıra, Naumoski’li Makedonya, 19’luk Barton & Welsch A.Ş.’li Çekya ve Macarlar gibi, nice yeniliği de barındırmasıyla meşhur olacaktı. Slovenler burada nihayet işi bir adım öne götürmeyi başarmış ve herkesin birbirine kafa tuttuğu 4 takımlı grubunda, pırıl pırıl bir gencecik süper yıldız adayının, Matjaz Smodis’in yarattığı ivmeyle, Macaristan’ı yenip, İspanya gibi bir deve de kök söktürerek iki galibiyetle bir üst tura çıkmıştı. Artık Alibegovic yoktu, son turnuvasına çıkan Zdovc’un dizleri iflas etmişti; ama Smodis, Nesterovic, Jagodnik ve bir diğer yıldız adayı (sakatlanmadan evvel daha da büyük bir isim olan) Sani Becirovic ile Slovenler, tarihin çıtasını bir kademe yükseltmişlerdi. Fakat hepsi bu kadardı. Üst gruplarda Fransa, Yugoslavya ve (yine sadece 1 sayıyla) İsrail’e boyun eğip, elenmişlerdi…

2001’de 12 Dev Adam’ı yenen iki takımdan biri oluyordu Slovenler; grup aşamasında, devşirmeleri Ariel McDonald (evet, Slovenler daha önce de birilerini devşirmişti, ama bugüne dek bu ilk ve sondu) önderliğinde, bizi 71-57 mağlup etmişlerdi. Lakin bu, aynı zamanda turnuvadaki tek galibiyetleri demek olacaktı. Zira İspanya’ya diş geçirememiş, Kambala-Bagatskis-Miglinieks-Stehlmahers-Helmanis 5’i ile şahlanan Letonya’ya da uzatmada kaybetmişlerdi. Üç yeni yıldız adayı, yani Jaka Lakovic, Primoz Brezec ve (NBA’de Nesterovic ile beraber yüzük kazanacak olan) Beno Udrih dışında, tesellileri yoktu…

2003, yine yakından tanıyacağımız Jurica Golemac ve Bostjan Nachbar ile güçlenen Slovenler için daha güzide bir turnuva olacaktı – fakat ikinci turda Gorenc’in tüm çabalarına rağmen yine aynı kara sevdalılarına, yani İsrail’e (ve yine ucu ucuna) kaybederek turnuvayı noktalayacaklardı. Avuntu ise, Bosna-Hersek’i ve bronz madalya alan İtalya’yı gruplarda yenip, ilk 4’e girecek olan Fransa’yı zorlamış olmalarıydı…

2005, Slovenler için bir dönüm noktasıydı. Gruplarda Fransa, (Domercant’ı devşiren) Bosna-Hersek ve turnuvada şampiyonluğa erişecek olan destansı Yunanistan’ı eze eze yenmiş, hiçbirisine 65 sayıdan fazla atma şansı tanımamışlardı. Sakatlıklar ve şahsi nedenler yüzünden Udrih ve Smodis’ten yoksun kalsalar bile, ham haldeki bir Gordon Jurak, Erazem Lorbek ve Uros Slokar’ı ekibe katıp, genç nüveyi tecrübeyle besleyerek şahlanmışlardı. Grubu lider bitirdikleri için doğrudan çeyrek finale kalan Slovenler, burada “Yüce” Nowitzki’nin gümüş madalyaya taşıyacağı Almanya’ya takılmışlardı. Fakat ilk kez bir turnuvayı 10. sıradan yukarıda bitiriyorlardı; ve daha da önemlisi, ilk 6’da yer aldıkları için, tarihlerinde ilk kez bir Dünya Şampiyonası’na da katılabileceklerdi! Üstelik, bugüne dek düzenlenen tüm müstakbel EuroBasket’lerde de hep ilk 8 takım içerisinde yer alacaklardı artık. Kabus dolu günler, bitmişti… mi acaba?

2006’da, katıldıkları ilk Dünya Şampiyonası’nda, Porto Riko ve Senegal’i yenip, 1 sayıyla Çin’e yenilmiş, İtalya’ya direnememiş, ABD’ye de insaf ettirememişti Slovenler. Fakat, gruptan 3. sırada çıkmayı başarmışlardı. Ve işte bu noktada, yani 2. turda, eleme maçında bizim geçiş döneminde harikalar yaratan 12 Dev Adam’ımıza toslamış ve Serkan Erdoğan, Kaya Peker, Engin Atsür, Kerem Gönlüm ile Cenk Akyol’un enginlere sığmayıp taşan performanslarına boyun eğmişlerdi. Sasa Ozbolt, Zeljko Zagorac ve bugünkü yazımızın diğer baş aktörü (henüz 20 yaşına giren) Goran Dragic, yepyeni takviyeleriydi Slovenler’in. Ama, neticede 9. olmuşlardı…

 

2007 EuroBasket, yeniden Smodis’e kavuşan Slovenler için yine muzaffer başlamıştı. İtalya ve Fransa’yı 1’er sayı ile geçmiş, rahmetli Adam Wojcik’in Polonya’sını duman etmişlerdi. Oyunları olgunlaşan Domen ve Erazem Lorbek kardeşlerin yanı sıra, yenilerden Jaka Klobucar ve bir diğer onur konuğumuz Gasper Vidmar ile, çok çok güçlülerdi artık. Üst gruplarda, tarihimizin en kötü turnuvasını geçirdiğimiz için bizi 15 sayı farkla yenip 2006’nın öcünü almış, bize gruplarda 30 sayı fark atan Almanlar’a 30 sayı fark atmış ve bir tek Litvanya’ya yenilmişlerdi. Yükselişleri önlemenez gibiydi. Ve sonra… Ve sonra, çeyrek finallerdeki o meşum Yunanistan maçı, ve bugün bile unutamayacakları acı yaşandı. Slovenler son 2 dakika 41 saniyesine 58-49 önde girdikleri maçı, Papaloukas ve Diamantidis’e, bir son saniye üçlüğüyle 62-63 kaybettiler… Diamantidis’in o son hançeri, Slovenler’i mahvetmişti… En az, kupayı devşirme JR Holden’ın son saniye basketiyle Ruslar’a kaybeden İspanyollar kadar üzgündü Slovenler…

2009’a, o maçın intikam hisleriyle gelmişlerdi. Sasha Vujacic disiplinsizliği ile kendini hazırlık kampında kadrodan kovdurtsa da, yine Erazem Lorbek – Matjaz Smodis ikilisini birlikte kullanabildikleri için, Nesterovic’in de Vujacic’in de yokluğunu pek hissetmeyeceklerdi. Federasyon ile kanlı bıçaklı olduğu için nicedir milli takıma gelmeyen Beno Udrih’in kardeşi Samo Udrih kadroya katılmıştı. Goran Dragic yükselişteydi. Ve Slovenler, turnuvanın ölüm grubunda, İspanya’ya uzatmada yenilmiş, Teodosic’li genç Sırbistan’ı ve Büyük Britanya’yı mağlup etmişlerdi. Bu da yetmemiş, üst grupta düşüşteki Litvanya’yı ve yeniden yapılanan Polonya’yı ezip geçmiş, o güne dek (1999 hariç) en iyi basketbolumuzu oynadığımız bu turnuvada bizi de (Engin Atsür’ün son saniyede boş üçlüğü kaçırması yüzünden) mağlup ederek üst grupta ilk sırayı da almışlardı. Çeyrek finalde Hırvatlar’ı iki sayıyla mağlup ettikten sonra, sıra, o efsanevi yarı finale, Sırbistan ile rövanşa gelmişti. O muhteşem maçta Slovenler, 3. çeyrekte Kristic-Teodosic ile toparlanan rakiplerine ellerindeki maçı (2007’ye selam çakarcasına) iki kez hediye etmişlerdi: ilkinde maç uzatmaya gitmiş, ikincisinde ise Sırplar muzaffer olmuştu.

İşin kötüsü, benzer bir tablo, 2007 kabusunun mimarı Yunanlılar’a karşı bronz madalya mücadelesinde bir kez daha yaşanacaktı. Kötü bir gün geçiren Spanoulis son topta 0/2 faul atsa da, Nachbar son üçlüğü kaçırdığı için, Schortsanitis’in kalp kıran basketleriyle Slovenler, ilk kez bu kadar yaklaştıkları madalyanın kıyısından, yine ellerindeki maçı 1 sayıyla teslim ederek döneceklerdi. Zamanında faul yapmayı becerememişlerdi, son topu (bir önceki üçlüğün sahibi) Lakovic ile buluşturamamışlardı. Acemice hatalar yapmışlardı. Lorbek kardeşlerin ve o maçta oynatılmayan Dragic’in gözyaşları sebepsiz değildi; Evet, küçücük, az nüfuslu bu ülkeden, her branşta olduğu gibi basketbolda da mükemmel sporcular yetişiyordu; ama bu isimler ya takım olamıyor, yıldızlar topluluğu gibi oynuyorlardı, ya maç sonlarını oynamayı beceremiyorlardı ve Lakovic her clutch topa el atıp kumar oynuyordu, ya da sert ve keskin değil, zarif olmanın bedelini ödüyorlardı... Ales Pipan’dan koltuğu devralan Jure Zdovc’un koçluğu da bunu değiştirememişti…

Tabi 2010 Dünya Şampiyonası da, bu menfi istikrara tuz biber ekecekti; Zupan gibi müstesna bir uzunu takıma monte eden Slovenler, sadece ABD’ye yenilip, Brezilya, Hırvatistan, İran ve Tunus’u geçerek üst tura yükselmişlerdi. Artık, belirli bir seviyeye eriştikleri aşikardı, ama ötesi, halen daha muammaydı. Son 16’da Avustralya’yı 30 sayı farkla geçtikten sonra, işte bu muamma yine nüksetmişti ve bugüne dek gördüğümüz en güzel oyununu oynayan 12 Dev Adam, çeyrek finalde turnuvanın en sükse yapmış ekiplerinden olan Slovenler’i 95-68 gibi bir net skorla dağıtmıştı. Bu hezimette, artık takım içi dengelerde yükselişe geçen fakat o gün 1/7 isabette kalan Dragic’in performansı büyük pay sahibiydi. Biz gümüş madalyaya giderken, Slovenler ise turnuvayı 8. sırada kapatacaklardı. Yine, olmamıştı…

2011’deki EuroBasket’e Slovenler, Avrupa’nın gördüğü en büyük savunma koçlarından biri olan Bozidar Maljkovic’in yönetiminde giriyorlardı. Bu sebepten ötürü kadroda Rupnik, Edo Muric, Zoran Dragic ve dev Mirza Begic gibi eklemeler yapılmış ve Lakovic, Nesterovic, Becirovic gibi isimlerin yokluğu üzerinden değişikliklere gidilmişti. Grup aşamalarında sadece Rusya’ya (hem de yine 1 sayıyla) kaybettikleri için, umutlulardı. Üst gruplarda biz inanılmaz hatalara imza atıp felaket oynarken, Slovenler de benzer bir üslupta Yunanistan’a ve Bo McCalebb’i devşiren Makedonlar’a kaybedip işi zora sokmuşlardı. Yeni atılım yapan Finliler’i yenmeseler, eleneceklerdi. Ama yenmeleri de kaderlerini değiştiremedi; nitekim çeyrek finalde müstakbel şampiyon İspanya’ya tam 22 sayı farkla kaybedip, 7.lik maçında Sırplar’dan 2009’un rövanşını almakla yetindiler…

Bizim için kabus gibi geçen 2013’te Slovenler, ilk kez turnuvaya ev sahipliği yaptıkları için, beklentileri yüksek tutmuşlardı. Kadroya Joksimovic, Blazic ve Balazic eklenmiş, yeni bir oyun tarzı türetilmişti. Smodis, Erazem Lorbek, Lakovic, Brezec, Becirovic, Nesterovic gibi gedikliler artık yoktu. Bundan böyle ipler tümden, Dinamik (ve Dinamit) Dragic kardeşlere emanetti. Fakat onlar, bilhassa da Goran, sahne ışıklarını paylaşmayı sevmedikleri için, ellerine geçen her topu penetreye veya dış şuta çevirmekte inat ettiler ve Slovenler çok istikrarsız maçlar oynadılar. Mesela, İspanya’yı ve uzatmada Hırvatlar’ı yenecek, ama Polonya’ya yenilecek, Çekler’e ise ancak 2 sayı ile galip gelebileceklerdi. Hatta seyirci desteği olmasa, Zaza’nın Gürcistan’ını bile geçecemeyeceklerdi. Ama üst turlarda Yunanistan ve İtalya’yı net skorlarla geçince, bu bozuk düzeni görmezden geldiler ve gözlerini yine tepeye diktiler. Lakin işin kokusu, 10 sayı ile Fransa’ya mağlup oldukları çeyrek finalde çıktı. Ve Slovenler, Sırbistan’ı ve Pooh Jeter’ı devşiren Ukrayna’yı yenip, evlerinde 5. olmaktan ve Dünya Şampiyonası vizesini kapmaktan fazlasını yapamadılar…

2014 Dünya Şampiyonası’nda da, Nikolic’in alınması hariç yapılan tek değişiklik Begic’in yerine Omic’i (yani aynı oyuncunun bir parça daha hareketlisini) koymak olunca, 1-3-1 kapanmalı alan savunmasını başaran Litvanya gibi tüm ekipler, bütün stratejileri Dragic’lerin penetreleri üzerinden boş şut için pas dağıtmak veya pota altını karıştırmak olan Slovenler’e ‘dur’ diyebildi. Yeniden başa geçen koç Zdovc, hiçbir şeyi değiştirmemişti ve Slovenler görece çok zayıf olan grupta (Meksika, Avustralya, Güney Kore ve Angola’yı yendiler) sadece Litvanya’ya yenildikten sonra, Son 16’da da kısır bir Dominik Cumhuriyeti’ne galip geldikleri için algılar yine yanıltmıştı. İşin gerçeği tam olarak anlaşılamayacaktı, çünkü çeyrek finaldeki rakipleri, ne yaparlarsa yapsınlar yenemeyecekleri ABD idi. O Slovenya’nın (bilhassa savunmadaki) hakiki defolarını ve kusurlarını, seyredenler hatırlayacak ve tahlil edeceklerdi. Klobucar’ın takım oyunu, Dragic’lerin önderliğinden daha faydalıydı. Elde edilen derece, yine sistem yüzünden, kötü ve yanıltıcıydı. Bu konuda da bize çok benziyorlardı…

2015’te Balkan Grubu’nun karmaşasından üç galibiyetle (ama Yunanistan ve Hırvatistan’a da yenilerek) zor kurtulan Slovenler, Son 16’da yükselen yıldız Letonya’ya karşı farklı biçimde mağlup olmuş ve bir kez daha erkenden turnuvaya veda etmişlerdi. Ama bu kez, elde edilen 12.liğin farklı bir anlamı vardı: Goran Dragic’in gelmediği bu turnuvada, Zoran Dragic ve Klobucar önderliğinde, Prepelic takviyesiyle, nerelere kadar gelip neler başarabileceklerini görmüşlerdi. Ve görünen o ki, Goran Dragic’le de olmuyordu, Goran Dragic’siz de hiç olmuyordu. Başka bir formül, şarttı…

İşte bu yıl, yani 2017’de, baştan sona, tepeden tırnağa, yeni koç Kokoskov’un temasını hissettiler. Yeni düzen, Dragic’in Miami Heat’te gençlere önderlik, liderlik ve kaptanlık yapmaya alışmasının üzerine gidecekti ve Dragic’e sahne ışıklarını paylaşmayı, güçlerini insanlığın ve takımının iyiliği için, en doğru şekilde kullanmayı tavsiye edecekti. Dragic’in yanı sıra, Gasper Vidmar gibi (faul atışları hariç) eski usul pivotlardan beklenen her şeyi en sert ve güzide biçimde yapabilen muazzam bir temel taş, Prepelic ve Muric gibi tamamlayıcılar, Nikolic gibi benchten gelen bir savunma dinamosu, (hiç tasvip etmesek de) yaşlı forvet nüfusunun yerine devşirilen Randolph gibi bir esnek uzunun etrafına kurulan bu yeni takımın ikinci lideri, ikinci beyni, ikinci bileği, ikinci yüreği ve en büyük enerji kaynağı ise, yazının başında bahsettiğimiz 18’lik Luka Doncic olacaktı. Belki Klobucar, sakatlanan Zoran Dragic, veya Vidmar’a yedek olacak hakiki bir pivot (mesela Begic veya Omic) eksikti kadroda, ama kısalar, her şeyi hallediyordu…

Dragic, ilk kez, kenara çekileceği ve topu paylaşacağı zamanı iyi kestirdiği için, Vujacic gibilerle yaşadığı sorunları Doncic ile yaşamıyordu. Ki Doncic, zaten tarz ve kalite olarak Dragic’e ne kadar yaklaştığını daha hazırlık maçlarında gösterdi ve Dragic’in buna ses etmemesi, hepimize “acaba bu kez olacak mı?” dedirtti. İzlediğimiz her maçta, bu sorunun cevabı “evet” oldu. Slovenler, dün namağlup biçimde, İspanya’ya 20 sayı fark atarak, EuroBasket’te ilk kez finale kaldılar. Önceki turnuvalarda yaşadıkları tüm sorunları, tüm noksanlıklarını, modern basketboldan iyi anlayan kenar yönetimi, takım savunması, pace & space’e dayalı oyun, dış şutu ve boştaki adamı bulmayı beceren guardlar ve hakiki takım oyunu ile, aç gençler ile çözdüler.

Ve Dragic’in, Vidmar’ın, Prepelic’in eşliğinde Doncic, Lakovic’lerin, Becirovic’lerin, Nesterovic’lerin, Brezec’lerin, Slokar’ların, Lorbek’lerin, Smodis’lerin, Udrih’lerin, Tusek, Milic, Zdovc, Alibegovic, Jagodnik, Golemac, Kotnik ve daha nicelerinin başaramadığını başardı. Takımına itici güç, (şimdiden turnuvanın MVP’si diyebileceğimiz) Dragic’e de yoldaş oldu. En doğru kararları verdi, en güzel işleri başardı. Asist yapılacak yerde asist, şut atılacak yerde şut, ribaunt alınacak yerde ribaunt aldı; savunmada ve hücumda disiplinden hiç şaşmadı. Her kritik maçta 30+ dakika oynadı. Ve hepsini, Euroleague finali hezimetinden toparlanıp silkinerek, dev maçların zor anlarında bile heyecana yenik düşmeksizin yaptı. Ve halen, 18 yaşında…

Kendi beyanlarına göre Dragic belki de son kez katıldığı bu turnuvada, madalyayı garantiledi. Ama ötesi, Doncic sağlam kaldığı sürece, emin ellerde. Belki o’nun önderliğinde artık Dünya Şampiyonası’nda yarı finaller gelecek, ve belki de Olimpiyatlar’a bile ilk kez gidilebilecek, kim bilir?

Kadınlarda bu yıl ilk kez Eurobasket’e kalan ve gönüllerin şampiyonu olan Slovenya, erkelerde de işi en ileriye taşımayı başardı.

Finaldeki sonuç ne olursa olsun, artık Doncic, “evlat” değil, “devlet”tir…

Herkese hayırlı uğurlu olsun…

 

Yazarın diğer yazılarına erişmek için tıklayın

 

mail: efe.ozenc@abcspor.com

twitter: @efe_ozenc

Youtube: @İmlacı

1 Yorum

Comments are closed.

Son Haberler

FENERBAHÇE GİBİ

Önce kızlarımızı kutlamak istiyorum. 2 sene üstüste Euroleague şampiyonluğunu kazanan kadın basketçilerimize ve böylesine yetenekli ve karakterli oyunculardan oluşan...

Benzer Konular