İngilizler, futbol taraftarlığını hayatı Cumartesi ve Pazar yaşayıp kalan beş gün de hafta sonu gelsin diye dua ederek geçirmektir diye tanımlarlar.
Fever Pitch adlı kitabın yazarı Nick Hornby futbol taraftarının doğal hali, skor ne olursa olsun, acı bir hayal kırıklığıdır diye anlatır.
Futbol, geleneksel görüşte, felsefi ve sosyolojik olarak toplumların yönetilmesi için önemli bir aygıt olarak tanımlansa da günümüz dünyasında, daha ziyade, ekonominin bir enstrümanı haline gelmiştir. Bugün futbol ekonomisinin ulaştığı boyutu ölçmek istediğinizde orta alt seviye bir ülkenin yurtiçi hasılası ile yarışır hale geldiğini çok rahat gözlemleyebilirsiniz.
Senelerdir yapılan Manchester City’nin savunmasını güçlendirmek için yaptığı takviyelere harcanan meblağ bir Afrika ülkesinin savunma bütçesi kadar şakasının altında gerçeklik payı aramak gerekir.
Ekonomik aktörlerin bu kadar dahil olduğu bir olgunun toplumun diğer organlarına sirayet etmiş bakış açılarına karşı bağışık halde olduğunu düşünmek, haliyle, büyük bir yanlış olacaktır. Günümüz tüketim toplumunun, sosyal medyayı da arkasına alarak, hane halkını, düzenli bir geliri olsun ya da olmasın birer potansiyel tüketiciye dönüştürmedeki mahir tavrı, DNA’sında “güzel ve adil oyun” olan futbolun da iliklerine kadar yerleşmiş durumdadır.
Amerikanizasyon olarak da tanımlayabileceğimiz şekilde özellikle PL üzerinden kıtaya giren bakış açısı, sporun ruhunun eksenini marketing bazlı bir business koluna çevirmekle kalmayıp yeni nesli buna ikna etmekte pek de zorlanmıyor görünmektedir.
TV yayın hakları (konvansiyonel ve internet), merchandise gelirleri, maç günü hasılatları, sponsorluklar, Uzakdoğu ve Körfez açılımları, kripto yakınlaşmaları vesaire derken sektör sizi o kadar çok içine çekiyor ki, tek hayali iki haftaya bir stada gidip ya da her hafta ekran başına geçip takımını desteklemek olan sıradan bir taraftarı bile “müşteri” kıvamına getirebiliyor.
Merhum Canaydın’ın 2002’de yeni seçildiği dönemde “taraftar değil müşteri” diye bir tanımlama yaptığında ne kadar tepki gördüğünü bugün bile çok net hatırlarken olayın evrildiği noktayı gördüğümüzde kaygılanmamız gerektiğini düşünüyorum.
Bir taraftarın müşteriye evrilmesi demek o kişinin sosyolojik ve psikolojik şartlarının tatmin edilmesi demektir çünkü müşteri demek alıcı, mal ya da hizmeti talep eden demektir. Bir taraftar müşteriye dönüşünce kendi statüsü, hayalleri, beklentileri ve varsa, vizyonu doğrultusunda mal ve hizmet sağlayıcıdan talep etmeye başlayacaktır. Bunun en büyük sebebi de senin kulüp olarak onun cebine elini sokmuş olmandır. Adam da “ulan madem cebimde başkasının eli ile geziyorum, şu fani dünyada benim de iki tane talebim olsun” diye isteklerini listelemeye başlayacaktır zira bu işin psikolojisi bunu gerektirir.
Sporu amatör ruhundan çıkarıp, taraftarı iyi günde kötü günde karşılıksız seven bir kişiden parası neyse veriyorum oynayın kardeşim diyen müşteriye çevirdiğinde oluşacak hırs ve açgözlülük girdabı zamanla tüm kulüpleri yutacak hale gelecektir. Hele bir de bizim ülkemiz gibi rasyonel yaklaşımın tedavülde pek dolaşmadığı ve kararların oryantalist Ortadoğu zihniyeti ile alındığı ülkelerde müşteri yaklaşımı Demokles’in kılıcı gibidir.
Sosyal medyanın da hayatımıza girmesi ile hoca değiştiren, başkan götüren, oyuncu sattıran, hakem kovduran bir güç haline gelen sosyal medya özellikle transfer dönemlerinde taraftarların nasıl şımarık bir müşteriye dönüştüğünü de gözler önüne seren bir mecra olmaktadır. Bu da bizlere şu soruyu sordurmaktadır:
-Kulüpler, her ne kadar, taraftarları müşteri pozisyonuna konumlandırmış olsa da taraftar her zaman haklı mıdır?
Geçmişe dönüp baktığınızda kurulan büyük takımların büyük bir çoğunluğu, 14-15 star ve baş altı oyuncu üzerine akademiden gelen oyuncuların eklenmesi üzerine inşa edilmiştir. Olayın özü hem rotasyonu yönetmek hem oyuncu yetiştirip ticari hale getirmek hem alttan gelenleri takım nüvesine birer ikişer enjekte ederek sürdürülebilirliği sağlayıp kulüp ekonomisini yönetmektir.
Büyük beş ligin ülkelerindeki anlayışı genel olarak takip ettiğinizde “x takım iki tane 11 çıkarır ve ikisi de ligde şampiyonluğa oynar” diye bir tabiri görmeniz imkansıza yakındır ama Türkiye’de bunu periyodik olarak görürsünüz. Mantığın ve ekonomik gerçeklerin olduğu hiçbir ülkede bu şekilde takım kurulmaz.
Bizim ülkemizde yapılan iki yanlış, kanaatimce, genelde sporun ama özelinde futbolun bugün içinde bulunduğu kaos ve batağın en büyük sebebidir.
Bunlardan ilki taraftarın şımarıklığıdır. Söyle senden başka kimim var benim diyen, iyi günde kötü günde seninleyim diye bir taahhüttün altına imza atan taraftarlar iş para harcamaya gelince kulağının üzerine yatıp ölü taklidi yapar. Karşılıklı verilen sözlerden bir aile olduğu farz edilen kulüp-taraftar ilişkisi, iş transfer yapıp, takım kurup caka satmaya gelince balon gibi patlar. İnsan hiç ailesinin ekonomisini fütursuzca çökertmeye çalışır mı sorusunun cevabı bizim ülkemizde evettir.
Medya ve yöneticinin hamasi ve siyasi amaçlarla içinde girdiği “taraftar her zaman haklıdır” söyleminin de gazını alan yüce taraftarlarımız eline telefonu alır, stada girer koltuğuna oturur ve takıma, hocaya, yönetime ve tüm futbol paydaşlarına sövmeye başlar. Üç tane sağbeki olan takıma dördüncüyü, sol beki olmayan takıma beşinci santraforu aldırır. Neden?
Çünkü bir sürü para veriyordur tabi ki mükemmel takımı isteyecektir zira hataya tahammülü yoktur; çünkü rakip takım alıyordur onun neyi eksiktir vesaire vesaire… İşte aklın bittiği yer bu noktada başlar ve ikinci yanlış su üstüne çıkmaya başlar.
Bir şekilde taraftara gebe olan ya da bundan haz duyduğu için gebe olmak isteyen karar vericiler gelen tepkilere kayıtsız kalamaz ve anlamsız harcamalara yönelir. Hele bir de es kaza bir yerden başarıya bağlı ya da veraseten bir gelir elde etti mi o zaman cümbüş başlar. Mikro ekonominin temellerinden olan hane halkı geliri arttı mı yaşam standardı da artar teorisini yanlış anlayan kulüp yöneticileri harman savurmakla kalmaz kulübün geleceğini de tehlikeye sokar. Çok oyuncu ya da çok santrafor almayı transfer politikası sayan zihniyet artık 80’lerde kalmıştır ve günümüzde geçer akçe değildir ama bunu bilen kaç kişidir?
Günün sonunda, anlık da olsa, herkes mutludur ama ya sonuç!
Bu ülkede takım destekleyen ve kulübün günlük kararlarında bir nebze benim de görüşüm olsun diye düşünen taraftarların ellerindeki telefonları ya da diğer iletişim araçlarını ona buna ahkam kesmek, caka satmak ya da sövmek için değil dünyadaki gelişmeleri görmek için kullanması gerekir. Aç bak millet ne yapıyor, feyz al ve git aynaya bak ben bunun neresindeyim diye sor kendine yoksa daha da kötü günler göreceksin ve umarım bunun farkındasındır.
Bugün senin liginin temposu, kulüp takımlarının ve milli takımların uluslararası arenada içine düştüğü durum daha ne kadar kötüleşebilir de sen bunlardan ders çıkarabilirsin, bilmiyorum. Ders çıkaramazsan da git stada “bu takıma sağ bek lazım” diye bağırmaya devam et, belki işe yarar!
Günlük hayatında yaşadığın olumsuzlukları düzeltme mecrası futbol sahası değildir, hesap soracağın kişi desteklediğin kulübün paydaşları değildir. Geçim derdinin ve sosyal hayattaki ezilmişliğinin hesabını git ülkeni yönetenlerden sor.
Aynı minvalde kulüp yöneticilerinin de taraftar her zaman haklıdır ve müşteri velinimetimizdir modundan çıkması şarttır. Taraftar zaten gönlünü ve zamanını vermiş cebini de vermek zorunda değildir. Bir avuç dolar için onlara gebe kalmak ve onları sürekli pohpohlamak yerine geliri başka mecralarda aramak, giderleri akıl üzerinden yönetmek daha sağlıklı olacaktır.
Bu konuları çözemediğimiz sürece daha nice milyon eurolar havada uçuşur da ancak kendi egolarımızı tatmin ettiğimizle kalır başımızı duvarlara vururken de şu sözleri mırıldanırız:
-söyle benden başka kimin var senin!
Herkese sıhhat, akıl, huzur ve spor dolu günler diliyorum.
mail: [email protected]
twitter: @msdoc78